Şiddetin tanımı muğlâktır. Sosyolog Ali Ergur
şiddetin tanımının muğlâk kalmasını kavramsal bir boşluk olarak değil,
ideolojik bir mesele olarak değerlendirmektedir. Öyle ki şiddetin bu
tanımlanamazlığı, şiddeti meşrulaştırmanın başka bir yolu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet bağlamında da çıkış noktası
olarak ele alınan tanımlamalar da görecelilik ve muğlâklık içermektedir. WHO’nun
(Dünya Sağlık Örgütü) tanımına göz atalım: “Şiddet; kişinin kendisine, bir
gruba ya da topluma karşı yöneltilen yaralama, ölüm, psikolojik zarar, gelişim
bozukluğu ya da yoksun bırakma ile sonuçlanan ya da sonuçlanma olasılığı yüksek,
kasıtlı fiziksel güç ya da yetki kullanımının gerçekleştirilmesi ya da
tehdididir”. Bu tanım dünyanın pek çok ülkesinde şiddet ile mücadelede temel
olarak ele alınmaktadır. Bu tanımın yanı sıra Avrupa Komisyonu’nun “iş ile
ilgili şiddet” tanımı da özellikle son yıllarda sağlık çalışanların yönelik artan
şiddet ile mücadelede Avrupa ülkelerinde sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. İş ile
ilgili şiddet; “kişilerin işleri ile ilgili durumlarda istismar, tehdit
edildikleri veya saldırıya uğradıkları; güvenlikleri, iyi-olma halleri ve
sağlıklarına yönelik açık ya da örtülü olaylara atıfta bulunmaktadır”. Bu tanım, istismarın da şiddet tanımına dâhil
edilmesi açısından farklılık göstermektedir. Tanımların çeşitliliği ve
muğlâklığı hiç şüphesiz ki istatistikleri de etkileyecek, araştırma sonuçları
değerlendirirken hangi tanımdan yola çıkıldığı önem kazanacaktır.
Şiddetin biyolojik, psikolojik, sosyolojik kökenleri
üzerinden hareket eden akademisyenler olduğu gibi ekonomi politikalarını da şiddetin
çıkış noktası olarak kabul edenler de vardır. Sonuç olarak şiddeti tek bir
nedene ya da tek bir işleve indirgemek mümkün olmadığı gibi, şiddetin karşısına
dikilirken de çözümün tek olamayacağını, uzun ve zahmetli bir mücadele
olacağını, şiddetin yeniden üretimine katkı sağlamayacak önlemlerin alınması
gerektiğini de unutmamak gereklidir.
Sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin
nedenlerine gelince; başta doktor ve diğer sağlık çalışanları ile hasta
arasındaki iletişim eksiklikleri (örn. sağlık çalışanlarının eğitimlerinin
kişiler arası iletişimi içermemesi), adalet sistemine duyulan güvensizlik, neo-liberal
ekonomi politikalarının rekabeti körüklemesi sonucunda sağlığın gittikçe
metalaşması ve ticarileşmesi, sağlık hizmetlerinde alıcıların bilgilendirilmelerindeki
eksiklikler, hastanelerdeki güvenlik tedbirlerinin yetersizliği, sağlık
çalışanlarını koruyucu yasal düzenlemelerin eksikliği ve tıp bilimine yönelik olumsuz
imajın artması olarak sayılabilir. Bu noktada acil servisler, doktor
muayenehaneleri, hasta koğuşları/odaları, ambulanslar, bekleme salonları,
hastanelerdeki danışma masaları ve diğer alanlar şiddetin farklı nedenlerle görüldüğü
mekânlar olarak değerlendirilmeli ve önlemler de buna göre alınmalıdır.
Hiç şüphesiz ki yukarıda sayılan nedenlerin
hepsinin tek tek büyüteç altına alınması gerekiyor. Öncelikle şiddet gösteren
tarafın hiçbir şekilde mazur görülemeyeceğinin altının çizilmesi gerekiyor. Sağlık
personeline şiddet hiç şüphesiz ki bizim ülkemize ait bir sorun değil; Google’da bir arama yaptığınızda
İngiltere, ABD, Fransa, Çin, Hindistan ve daha pek çok ülkede bu soruna yönelik
haberlere ve kampanyalara rastlamak mümkün. Ancak bu sorunun sıklıkla yaşandığı
ülkelerde “sorumluluk duygusundan yoksunluğun” önemli bir etmen olarak ele alındığını
da belirtelim.
Son derece
ağır bir eğitimden geçen ve özveri ile çalışan sağlık çalışanlarının şiddet ile
karşılaşmalarında herhangi bir fiziksel yaralanma görülmese de travma sonrası
stres, yaptıkları işi sorgulama, suçluluk hissetme, kendinden şüphe etme gibi
durumlar söz konusu olmaktadır. İşgücü kaybı, alınan önlemler (kameralar, panik
düğmeleri, güvenlik görevlilerin arttırılması, hukuki süreç nedeniyle yapılan
masraflar vs.) de devlete önemli bir ekonomik maliyet getirmektedir.
Paydaşların, yani Sağlık Bakanlığı, İçişleri
Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, doktorlar ve diğer sağlık personeli, devlet
ve özel hastanelerin yöneticileri, hasta ve hasta yakınları, meslek
kuruluşları, hasta hakları ile ilgili STK’lar, akademisyenler (tıp, sağlık
bilimleri, sosyoloji, psikoloji, iletişim…) ve medyanın bir araya gelerek bu
sorunu irdelemeleri gerekiyor. Bu çalışmalarda toplumun çeşitli katmanlarında
kendini gösteren “hastalıklı ilişkiler yumağını” çözmek ve şiddetin yeniden
üretiminin önlenmesi esas olmalıdır. Toplumun ruh sağlığı haritası çıkarılsa
nasıl bir sonuç çıkar diye insan merak ediyor doğrusu…
Medya da şiddeti kolaylaştıran ya da
kanıksatan, şiddeti yalnızca bir üçüncü sayfa haberi olarak veren bir araç değil
de; şiddetin nedenlerini sorgulayan, kamuoyunu bilgilendiren, kamu sağlığını
ilgilendiren bir sorunla ilgili olarak farklı paydaşların görüşlerinin özgürce
tartışılabildiği, tarafsız bir ortam sunarak işlevini yerine getirmelidir.
Son olarak da kısa bir zaman önce medyadaki
bir haberden öğrendiğimiz üzere sağlık çalışanlarına üniversite destekli
yakın-dövüş eğitiminin verilmesinin ise şiddetin çözümüne değil, ancak yeniden
üretilmesine katkıda bulunabileceğinin de altını çizelim… Çatışma
çözümü/yönetimi, kişilerarası iletişim ve sağlık okuryazarlığı eğitiminin
yerine böyle bir yönteme başvurmak, “korku kültürünü” beslemekten başka bir
şeye yaramayacaktır. Sağlık iletişiminin bu noktada paydaşlar açısından önemli
bir “birleştirici” ve “diyalog aracı” olabileceğini hatırlatalım.
Kaynakça
Ali Ergur, “İnsan ve Şiddet”, Hekime Yönelik Şiddet Çalıştayı, İstanbul: Türk Tabipleri
Birliği/İstanbul Tabip Odası Yayını,
2009.
Artun Ünsal, “Genişletilmiş
Bir Şiddet Tipolojisi”, Cogito:
Şiddet, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, S.6-7, Kış-Bahar 1996.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder